BAUDELAİRE - PARİS SIKINTISI ÜZERİNE:

Paris Sıkıntısı: Sanatçının Duası, Deli ve Venüs, Yoksulların Gözleri Pasajları:

- Her üç metinde de güzellik algısından bahsedilmiş. Ancak güzeli incelemenin bir düello gibi zorlu ve karşılıklı olduğundan, güzellik algısının gözden göze yani bakıştan bakışa ve yaşatılan hislere göre değişken olduğundan, güzelliğin sonsuzluğu karşısında bir şey yapılamamasından bahsedilmiş.
- Doğanın güzellik hakkında girilen düelloda kazanan yarışmacı olduğunu belirtirken doğanın bu konuda maksimumu sağladığını anlıyoruz. Yani tıpkı Rodin gibi sanatın ve güzelliğin doğadan geldiğini düşünüyor.
- Sonsuzluğun durgunluğundaki güzelliğin ne kadar büyüleyici olduğunu bahsederken kendini yetersiz ve güçsüz görmeye başlıyor Baudelaire, doğayı ilahlaştırıyor.
- Sanatçının Duası'nda aslında bunun bir günah çıkartma olduğunu doğaya karşı duyduğu yenilgiyle ifade ediyor.
- Deli ve Venüs kısmında Venüs heykelini bir güzellik kıstası olarak görmüş Baudelaire, ancak sadece Tanrıçadan dolayı değil. O mermer heykelin yapısı gereği sonsuza dek orada duracak olmasından dolayı deli karakterinin sonsuz güzelliğin hasretini o heykele bakarak çıkartmasından heykelin de bir güzellik tanımı olarak verildiğini anlıyoruz.
- Deli ve Venüs metninin başında saydığı doğa betimlemelerini aslında sonsuz güzellik olduğunu bunu somutlaştırarak Venüs heykelinde aradığını deli karakterinin de aslında güzellik hakikatini ararken kendi düşüncelerinde boğulmuş şahıs olarak betimlendiğini anlıyoruz.
- Aynı metinde doğanın yanı aslında güzelliğin umursamazlığı asıl can yakan olarak anlatılıyor. Güzellik her ne yapılırsa yapılsın bunu umursamayarak daima Venüs heykeli gibi gözlerini uzağa kilitleyecek.
- Yoksulların Gözleri'nde dönemin güzellik anlayışına uygun betimlenmiş bir kahve evi görüyoruz. Ancak burada anlatılan güzellik bir gerçekten çok olağan hayattan soyutlanmış bir yanılsama. Günümüzde olduğu gibi sınıfsal farkların bulunduğu dünyada maddi güzellik algısının yapaylaştığını anlatıyor Baudelaire.
-Aynı pasajda bahsedilen yapay güzelliğin yoksulların gözlerinden bakıldığı zaman yapaylığının anlaşıldığını söylüyor açgözlüğünün farkına vardığını söylüyor. Buradaki açgözlülük verilen siparişler değil güzellik tanımlarına körü körüne inanıp güzel olduğunu idda eden kahve evine olan bağının açgözlüğüğü.
- Son olarak o mekanın bir parçası olduğu için tiksiniyor. Ancak tiksinmesinin asıl sebebi o altınlı yeri bi güzellik olarak algılamış olması ve böyle bir yapaylığı gerçek sanması oluyor.








SANATÇININ GÜNAH ÇIKARMA DUASI
İçine işler insanın güz sonlan! Acı verir oy! Bazı tatlı duygular vardır, nasıl doğduklan bilinmez, ama öylesine yoğun etkilerler insanı. Sonsuzluk bunlann başında gelir, bıçak gibi keser. Gökyüzünün ve denizin sonsuzluğunda bakışın boğulması ne büyük zevktir! Yalnızlık, sessizlik ve eşsiz kutsallığı ufkun! Gökte, titreyen ve küçüklüğüyle, yalnız haliyle çaresiz varlığıma öykünen küçük bir örtü, çalkantının tekdüze ezgisi. Bütün bunlar benimle düşünürler ya da ben onlarla düşünürüm (zira düşgücünün büyüklüğünde be n çabucak yitip gider); tüm bu nesneler düşünüyorlar, ama onlar müzikli, özgün biçimde, gereksiz aynntılara dalmadan, tanımlama yapmadan, bir sonuç çıkarmadan düşünü­yorlar, diyorum kendi kendime. Bu düşünceler, ister benden çıksınlar, ister nesnelerden fırlasınlar, daha şimdiden gereğinden çok yoğunlaşı­yorlar. Şehvetteki enerji rahatsızlık ve olumlu bir acı yaratır. Aşın gergin sinirlerimden hırçın ve hüzünlü titreşimlerden başka bir şey doğmuyor artık. Ve şu an, gökyüzünün derinliği yüreğimi yakıyor; saydamlığı çileden çıkarıyor beni. Deniz, duyarsızlığıyla; gö­rünüm, değişmezliğiyle tepemi attırıyor... Sonsuza dek acımı çekmeli, oy! Sonsuza dek güzelden kaçmalı mı yoksa? Doğa, acımasız büyücü, hep kazanan yarışmacı, yakamı bırak! Arzularımı ve gururumu ayartmaktan vazgeç! Gü­zeli incelemek bir düellodur ve bu düelloda sanatçı daha yenilmeden önce korku çığlıktan atar.

VII
DELİ VE VENÜS
Şahane bir gün! Güneşin ateşli bakışları altında koca park, aşkın buyruğu altındaki gençlik gibi, baygın düş­müş. Nesnelerin evrensel coşkusunu dile getirecek tek ses yok; sular bile uykuya dalmış gibi. İnsanların ayinine benzemeyen sessiz bir ayin var burda. Sanki gittikçe artan bir ışık, nesneleri gittikçe aydınlatıyor; uyanlmış çiçeklerin renk renk enerj ileri göğün mavisiyle yarışmak için yanıp tutuşuyor sanki ve kokulan gözle görülür bir hale getirip, sıcaklık, onlan duman duman güneşe yükseltmek istiyor sanki. Evrenin bu kıvançlı cümbüşünü seyrederken, dertli birini gördüm. Deli olmadığı halde kendini deliliğe vuranlar vardır, sırtında cıyak cıyak gülünç bir giysi, başında, boynuzlar, ziller, krallan, vicdan azaplan ya da iç sıkıntılan bastırdı­ğında eğlendiren soytanlar vardır hani, işte onlar gibi biri, Venüs heykelinin altlığında büzülmüş, ölümsüz tanrıya bakıp gözyaşlan döküyor. Ve şunlan söylüyor gözleri: "İnsanlann en son, en yalnızıyım, aşktan, dosttan yoksunum, en aşağılık hayvandan daha da aşağılığım. Oysa ben de ölümsüz güzelliği anlamak ve duyumsamak için yaratılmışım! Hüznüme, çılgın halime sen acı, oy! Tanrıça!" Gel gör ki insafsız Venüs, uzaklara, bilmediğim bir şeylere bakıyor mermer gözleriyle.

XXVI
YOKSULLARIN GÖZLERİ

Ya! Bugün sizden niçin nefret ettiğimi bilmek istiyorsunuz demek. Nedenini anlamanız anlatmamdan daha güç olacak kuşkusuz; çünkü sanıyorum ki siz kadın duyarsızlığının en güzel örneğisiniz. Birlikte, bana kısa görünen uzun bir gün geçirmiştik. Bundan böyle tüm düşüncelerimizin ortak olacağına, ruhumuzun tek bir ruh olacağına değgin söz vermiştik birbirimize; herkesin söylediği, kimsenin gerçekleştiremedi­ği düşlerden biri işte. Akşam yorgundunuz biraz, yeni bir bulvarın köşesindeki, yeni açılmış bir kahvenin önünde oturmak istediniz. Henüz tamamlanmamış bir görkemi utkuyla gösterircesine sağda solda molozlar, harç döküntüleri vardı. Işık altında, pırıl pınldı kahve. Gaz lambaları bile ateşli bir başlangıç tutkusunu sergileyip tüm güçleriyle aydınlatıyorlardı beyaz ışıklarla kamaşmış duvarları, aynaların pırıl pırıl yüzlerini, silme çubukların ve kornişlerin altın yaldızlannı, tasmalı köpek gezdiren tombul yanaklı saray uşaklarım, bileklerine tünemiş atmacalara gülen kadınları, başlannda meyveler, börekler, kızarmış av hayvanları taşıyan su perilerini ve tanrıçaları, uzanmış kollarında küçük Bavyera vazosu ya da alacalı dondurmaların çift renkli dikilitaş­larını sunan Hebe'leri, Ganymede'leri; oburluğun hizmetine sunulmuş bütün tarihi, bütün efsaneyi. Önümüzde, yolda, kırk yaşlarında, yorgun yüzlü, sakalına ak düşmüş bir adam, eliyle küçük bir oğlan çocu­ğunu tutmuş, kucağında yürüyemeyecek kadar yorgun minik bir varlık, yolun üstünde dikilip, hizmetçi gibi, çocuklarına hava aldırıyordu. Hepsinin giysileri yırtık pırtıktı. Üçü de, ciddi bir yüz ve bakan altı gözle, aynı hayranlıkla, ama yaşlarına göre değişen biçimde yeni kahveyi seyrediyorlardı. Babanın gözleri: "Ne güzel! Ne güzel! Sanki zavallı dünyamızm bütün altını bu duvarın üstüne taşınmış" diyordu. Küçük oğlan çocuğunun gözleri: "Ne güzel! Ne güzel! Ama yalnızca bizim gibi olmayanların girebileceği bir ev" diyordu. En küçüğün gözlerine gelince, şaşkın ve derin bir kıvançtan başka bir şey  nlatamayacak kadar büyülenmiş­ti. Halk aşıkları, arzu ruhu iyileştirip yüreği yumuşatır derler. Benim o akşamki ruh halimi yansıtma açısından şarkıda söylenen doğruydu. O üç kişinin, o ailenin gözleri yü­reğimi yumuşatmakla kalmamış, kendimden, önümüzdeki, susuzluğumuzdan çok açgözlülüğümüzü sergileyen bardaklar ve sürahilerden utanç duymuştum. B e n i m bu dü­şüncemi, aynı düşünceyi okumak için gözlerimi gözlerinize çeviriyordum güzelim; o öylesine güzel, o öylesine tarifsiz, tatlı gözlerinize, tutkunun ve ayışığmm konakladığı yeşil gözlerinizin ta içine bakıyordum güzelim, ve siz o anda bana: "Şunlann haline bak, ne sinir şeyler, gözlerini araba kapısı gibi koca koca açmışlar, kahveciye söyleyinde lütfen bunları uzaklaştırsınlar" dediniz. Anlaşmak ne zormuş meğer meleğim, düşünceler ne kadar değişikmiş birbirini sevenler arasında bile! 

Yorumlar

Popüler Yayınlar