MICHEL FOUCAULT - BU BİR PİPO DEĞİLDİR ÜZERİNE
Foucault eserinde Magritte'in 'bu bir pipo değildir' eserinin iki versiyonunu da inceliyor ve eserin yarattığı kaos, heyecan, paradoksu anlatıyor.
Metnin içine girdiğimizde Foucault eserdeki pipoların belirsizliği için: 'Ama bu belirsizlikten emin değilim ben. Daha doğrusu, bana kuşkulu gözüken yukardaki piponun belli bir yeri olmadan yüzüp durması ile aşağıdakinin durağanlığı arasındaki yalın karşıtlıktır.' diyor. Burada bahsetmek istediği nesneyi nesne yapan parametlerden mekan'ın eksikliğinin yarattığı belirsizlik durumu aslında.
Metnin ikinci bölümünde 'Çözülmüş Kaligram'dan giriş yapıyor yazar. Magritte'in eserinde kullandığı yazının resmin bütününe hakim olan bi kaligram olduğunu söyleyerek bunun bir totoloji olduğunu düşünüyor. 'Metin, eski ideogramı yeniden kurmak için figürü istila ettikten sonra, kendi yerini alıyor şimdi.' diyerek, metnin resmin içinde çok radikal bir kararla kendine yer ederek lekesel bir görünümde baktığımızda figürleşerek resmin kendisiyle yarıştığını dile getiriyor.
Yazar Magritte'in resminin bir çifte paradoks olduğunu düşünüyor. Çünkü bir resimde görürüz, bir yazıda okuruz. İkisi bir arada olduğunda -açıklayıcı bir alt metin gibi- bunlar zaten birbirini tamamlar ancak bu konuda, inatla bir olumsuz durum söz konusu. Bu yüzden oluşan paradoks okuyucu-izleyiciyi bir kaosa, içsel bir çatışmaya, şüpheye götürüyor.
Bir yazı yazdığımızda özellikle figüratif, resimler şeylerin etrafına bu yazı gelecekse, yazının mekanı tasarlanarak yanındaki çizime olan boşluğu arasında bir aks sistemi kurulur. Gestalt algı ilkelerinde olduğu gibi bu göz tamamlama ve algılama mantığından gelir. Tıpkı yapılarda mekansal değerleri oluştururken yaptığımız hareket gibi. Foucault yazısında onun deyimiyle bu 'milimetrik sakin boşluk'ta kurgulanan kaligram etrafındaki aralığı yutmuştur, artık insanın içinde büyüyen ve durdurulamaz hale geçer. Buradan resmin kendisinden çok, artık eserleşen yazının kendisi olduğunu düşünebiliriz.
Metnin üçüncü kısmında Foucault Klee, Kandinski, Magritte arasındaki farklara değiniyor. Dönemin en ses getiren ressamlarının da kullandığı yazıyı yedirme tekniği söz konusu Magritte olunca farklılaşıyor, yeni lisana dönüşüyor. Yazara göre ya görüntü metnin egemenliğindedir ya da metin görüntünün egemenliğindedir. Bu iki sistem birbiri içine geçemez. Aslında bu tanımlı bir kaos oluşturmaktır. Kaos tanımsız olduğunda asıl sıkıntı doğarken, tanımlı bir kaos kimseyi rahatsız etmez.
Magritte bu konuda aslında tanımsız bir kaos ortamı kurmuştur. Klee'nin eserlerinde yazıların mekanın içine yedirildiğini görürüz. Kendine bir yol çizmez, mekanın dili dışında bir dil kullanmaz. Ancak Magritte kendine radikal bir yol çizerek, bambaşka iki lisandan konuşmuştur, ne metni mekana yedirmiştir, ne mekanı metne.
Foucault 'O gördüğümüz odur.' der figürleri işleyişimiz açısından. Bizler için gördüğümüz anda beynimizde canlanan imgeye verdiğimiz ad o tabloyu somutlaştırmaktadır. Burada Berger'i saygıyla anmak gerekir diye düşünüyorum. 'İm'in değerini somutlaştırma mı belirliyor, yoksa zaten bir değer var mı? Eğer ilk seçenek doğruysa verilen ad daha büyük bir önem kazanıyor ve resimdeki gibi bunun olumsuzu belirtildiğinde tüm değeri değişiyor diyebiliriz.
Kandinsky'nin eserlerinde bulunan durum Magritte'ten farklı bir durumken Klee'ye daha yakındır. Bulunan figürleri isimleştirebiliriz, yazara göre, 'yukarı pembe' 'turuncu üçgen' diyerek. Bu üç ressamda da benzer bir sorun vardır ancak: soyutluğundan kaynaklanan isim verememe durumu. Ama bu Magritte'te çok daha farklı işler. Somut bir durum vardır, isim vermeye ihtiyaç duymayacak ölçüde, ancak Magritte bunu olumsuzlar. Bu yüzden Klee ve Kandinsky'ye Magritte kadar zıt bir insan yoktur.
Yukarıda iki sistemden bahsetmiştik: yazara göre ya görüntü metnin egemenliğindedir ya da metin görüntünün egemenliğindedir. Yazar: 'Ne var ki Magritte'in resmi, Klee ve Kandinsky'nin girişimine yabancı değildir ve daha çok onların girişimlerinin karşısında ve onlarda ortak olan bir sisteme dayanarak, hem karşıt hem de tamamlayıcı bir figür olmuştur.' diyor. O zaman iç içe geçmez dediği sistem burada iç içe geçmiş, birbirini bütünlemiş demektir. Dediğim gibi Magritte'in yarattığı somutlaştırdığımız kavram ile yazdığı yazının (olumsuzlaştırması) zıtlığının insanda yarattığı içsel kaostur bu yüzden.
Çökerten Sözcükler bölümüne geldiğimizde yazarın dili sivrilerek, Magritte'in ölümsüzleşmesini sağlayan şeyin yarattığı intihar olduğunu öne sürüyor. 'Resimde bulunan ve aynı zamanda hem okur hem seyirci olmamızı engelleyen aralık, sözcüklerin yataysallığının yukarısında görüntünün ansızın ortaya çıkmasını sağlar.' diyor. Resimde figür anlamını yitirip boşlukta yüzen isimsiz bir nesneye dönüşmüştür Magritte yüzünden. 'Şey'in adı ortadan kalktığındaki resimdeki boşluk hissi, ancak alışılagelmiş adıyla zihnimizde canlandığında yaşadığımız sorgulama onun adı olmadan da zihnimizde algılanabileceğini ve im'leşebileceğini gösterir.
Metnin içine girdiğimizde Foucault eserdeki pipoların belirsizliği için: 'Ama bu belirsizlikten emin değilim ben. Daha doğrusu, bana kuşkulu gözüken yukardaki piponun belli bir yeri olmadan yüzüp durması ile aşağıdakinin durağanlığı arasındaki yalın karşıtlıktır.' diyor. Burada bahsetmek istediği nesneyi nesne yapan parametlerden mekan'ın eksikliğinin yarattığı belirsizlik durumu aslında.
Metnin ikinci bölümünde 'Çözülmüş Kaligram'dan giriş yapıyor yazar. Magritte'in eserinde kullandığı yazının resmin bütününe hakim olan bi kaligram olduğunu söyleyerek bunun bir totoloji olduğunu düşünüyor. 'Metin, eski ideogramı yeniden kurmak için figürü istila ettikten sonra, kendi yerini alıyor şimdi.' diyerek, metnin resmin içinde çok radikal bir kararla kendine yer ederek lekesel bir görünümde baktığımızda figürleşerek resmin kendisiyle yarıştığını dile getiriyor.
Yazar Magritte'in resminin bir çifte paradoks olduğunu düşünüyor. Çünkü bir resimde görürüz, bir yazıda okuruz. İkisi bir arada olduğunda -açıklayıcı bir alt metin gibi- bunlar zaten birbirini tamamlar ancak bu konuda, inatla bir olumsuz durum söz konusu. Bu yüzden oluşan paradoks okuyucu-izleyiciyi bir kaosa, içsel bir çatışmaya, şüpheye götürüyor.
Bir yazı yazdığımızda özellikle figüratif, resimler şeylerin etrafına bu yazı gelecekse, yazının mekanı tasarlanarak yanındaki çizime olan boşluğu arasında bir aks sistemi kurulur. Gestalt algı ilkelerinde olduğu gibi bu göz tamamlama ve algılama mantığından gelir. Tıpkı yapılarda mekansal değerleri oluştururken yaptığımız hareket gibi. Foucault yazısında onun deyimiyle bu 'milimetrik sakin boşluk'ta kurgulanan kaligram etrafındaki aralığı yutmuştur, artık insanın içinde büyüyen ve durdurulamaz hale geçer. Buradan resmin kendisinden çok, artık eserleşen yazının kendisi olduğunu düşünebiliriz.
Metnin üçüncü kısmında Foucault Klee, Kandinski, Magritte arasındaki farklara değiniyor. Dönemin en ses getiren ressamlarının da kullandığı yazıyı yedirme tekniği söz konusu Magritte olunca farklılaşıyor, yeni lisana dönüşüyor. Yazara göre ya görüntü metnin egemenliğindedir ya da metin görüntünün egemenliğindedir. Bu iki sistem birbiri içine geçemez. Aslında bu tanımlı bir kaos oluşturmaktır. Kaos tanımsız olduğunda asıl sıkıntı doğarken, tanımlı bir kaos kimseyi rahatsız etmez.
Magritte bu konuda aslında tanımsız bir kaos ortamı kurmuştur. Klee'nin eserlerinde yazıların mekanın içine yedirildiğini görürüz. Kendine bir yol çizmez, mekanın dili dışında bir dil kullanmaz. Ancak Magritte kendine radikal bir yol çizerek, bambaşka iki lisandan konuşmuştur, ne metni mekana yedirmiştir, ne mekanı metne.
Foucault 'O gördüğümüz odur.' der figürleri işleyişimiz açısından. Bizler için gördüğümüz anda beynimizde canlanan imgeye verdiğimiz ad o tabloyu somutlaştırmaktadır. Burada Berger'i saygıyla anmak gerekir diye düşünüyorum. 'İm'in değerini somutlaştırma mı belirliyor, yoksa zaten bir değer var mı? Eğer ilk seçenek doğruysa verilen ad daha büyük bir önem kazanıyor ve resimdeki gibi bunun olumsuzu belirtildiğinde tüm değeri değişiyor diyebiliriz.
Kandinsky'nin eserlerinde bulunan durum Magritte'ten farklı bir durumken Klee'ye daha yakındır. Bulunan figürleri isimleştirebiliriz, yazara göre, 'yukarı pembe' 'turuncu üçgen' diyerek. Bu üç ressamda da benzer bir sorun vardır ancak: soyutluğundan kaynaklanan isim verememe durumu. Ama bu Magritte'te çok daha farklı işler. Somut bir durum vardır, isim vermeye ihtiyaç duymayacak ölçüde, ancak Magritte bunu olumsuzlar. Bu yüzden Klee ve Kandinsky'ye Magritte kadar zıt bir insan yoktur.
Yukarıda iki sistemden bahsetmiştik: yazara göre ya görüntü metnin egemenliğindedir ya da metin görüntünün egemenliğindedir. Yazar: 'Ne var ki Magritte'in resmi, Klee ve Kandinsky'nin girişimine yabancı değildir ve daha çok onların girişimlerinin karşısında ve onlarda ortak olan bir sisteme dayanarak, hem karşıt hem de tamamlayıcı bir figür olmuştur.' diyor. O zaman iç içe geçmez dediği sistem burada iç içe geçmiş, birbirini bütünlemiş demektir. Dediğim gibi Magritte'in yarattığı somutlaştırdığımız kavram ile yazdığı yazının (olumsuzlaştırması) zıtlığının insanda yarattığı içsel kaostur bu yüzden.
Çökerten Sözcükler bölümüne geldiğimizde yazarın dili sivrilerek, Magritte'in ölümsüzleşmesini sağlayan şeyin yarattığı intihar olduğunu öne sürüyor. 'Resimde bulunan ve aynı zamanda hem okur hem seyirci olmamızı engelleyen aralık, sözcüklerin yataysallığının yukarısında görüntünün ansızın ortaya çıkmasını sağlar.' diyor. Resimde figür anlamını yitirip boşlukta yüzen isimsiz bir nesneye dönüşmüştür Magritte yüzünden. 'Şey'in adı ortadan kalktığındaki resimdeki boşluk hissi, ancak alışılagelmiş adıyla zihnimizde canlandığında yaşadığımız sorgulama onun adı olmadan da zihnimizde algılanabileceğini ve im'leşebileceğini gösterir.
Yorumlar
Yorum Gönder