Y A B A N C I
Modern sanat kavramı; heykelden fotoğrafçılığa, mimariden
resim sanatına birçok alanda dolu dolu meyve veren bir ağaç gibi. Peki, bu ağaç
hormonlu mu? Laboratuvar ortamında işinin ehli insanlar tarafından üretilmiş,
gübrelenmiş bir sanatın içerisinde mi debeleniyoruz? Yoksa kendi tohumlarını
etrafa saçmış klasik sanatın gebeliğinden mi geldik buralara kadar?
Psikolojik boyutuna baktım; bakabildiğim, görebildiğim,
anlamlandırabildiğim kadarına. Küresel ısınma insanlarda ters tepmiş olmalı ki,
bireyselleşme modern sanatla birlikte doruğa ulaştı, insanlar soğudu –kelimenin
tam anlamıyla. Daha donuk suratlar, daha donuk renkler, daha donuk duruşlar
görmeye başladık; sanat dergilerinde, sergilerde. Sanat; ocak misali ısıtırken,
insanları toplarken bir araya; modern sanat tam tersi etki yaptı –ortaya
atılmış bir bomba varmış gibi insanlar birbirinden kaçmaya başladı. Belki de bu
yüzden modern sanatın yapay döllenme ürünü olma ihtimali geliyor akla.
Eğer öyleyse bile bu kötü mü olurdu? Örneğin barok mimariyi
ele alalım. O kadar şatafat, o kadar süs! Gerekli miydi gerçekten? Elbette
hayır. İnsanlar sadece yaşayacak yer arıyorlardı, iş şova döndü sonra: ne kadar
dalgalı duvarın varsa o kadar elitsin! Ne kadar süslü mobilyalar kullanıyorsan
o kadar zenginsin! Ne kadar süslü bir cephen varsa o kadar yücesin! (Evet
insanlar bir dönem sadece ana caddeye bakan ana cephelerini yaptırıyorlardı, onların
torunları şimdi tonla makyaj yapıp sokağa çıkıyor.) Peki ilerde ne olacak, ne
kadar minimal bir yaşam alanın varsa o kadar entelektüelsin mi diyecekler?
20. yy’a doğru geldiğimizde tekerrür şaşırtmadı, süs azaldı.
Endüstri devrimi, sanatı mühendislere bırakarak yeni çağı başlatmış oldu.
Tamamen ihtiyaca yönelik, süsten arınmış, steril ortamlar. Teoride ve pratikte
işe yarayan mekanlar doğdu. İnsanlar mutluydu, ta ki mekanların steril havası
onları boğana dek. İnsanlar yuvalarında hastane ortamından ziyade yuva hissini
arıyordu. Mutsuz insanların sayısı giderek artmaya başladı. Böyle böyle süs –
süssüzlük birbirini sürekli ekarte ederek oyunda yerini aldı. Bu aslında çoğu insanın fark etmediği fark
etse bile görmezden geldiği bir duruma sebep oldu: yabancılaşma. İnsanlar
kendinden, bulunduğu mekandan yabancılaştı büyük bir hızla. Bir mekan, adeta
bir makine gibi sadece birey ihtiyaçları üzerine evrildi, bazen süslü bazen
süssüz. Ancak ne yazık ki mekanlar makine değildir ve olmayacaktır. Mekanlar;
bazen içinde yaşayan insanları yansıtan koca bir ayna, bazen bir devlet büyüğü,
bazen insanın kendi yaratıcısı altında ne kadar aciz olduğu gösteren yer, bazen
bir anne kucağı hissi veren yerlerdir. Bizler, mekan tasarımcıları – mimarlar –
tasarımcılar ne derseniz artık, birer mühendis değiliz, bilim adamı değiliz,
makine tasarlamak ve insanları o makinelerin içine hapsetmek bizim yapacağımız
iş değil.
Yorumlar
Yorum Gönder