FREDRİC JAMESON: BİLİNÇDIŞINDAN YOKSUN BİR SÜRREALİZM ÜZERİNE

 (Görsel: Magritte)


FREDRİC JAMESON: BİLİNÇDIŞINDAN YOKSUN BİR SÜRREALİZM ÜZERİNE

    Fredric Jameson kaleme aldığı yazıda, post çağdaş kültürün yansıtıldığı tarzların ve formların yerini alabilecek yeni bir kavramdan bahsediyor: Medya. Ve bu bağlamda ‘Video sanat’ ve ‘Videotext’ konularını, göstergebilim ile birlikte inceliyor.
Jameson’a göre modern ve geleneksel estetik kavramların; maddi toplumsal ve ‘estetiğin oluşturduğu çoğul boyutlar’ üzerinde odaklaşmaması lazımdır. Burada aslında modern ya da geleneksel fark etmeksizin estetik kavramların toplumsal düzeye indirgenemeyeceğini, bu doğrultuda da estetiğin oluşturduğu çoğul boyutlar üzerinde odaklanamayacağı düşüncesindeyim.
    Yazarın bahsettiği çok önemli bir noktaya değinmek gerekir. Jameson ‘kültürün mekanikleştirilmesi ve kültürün Bilinç Endüstrisi tarafından medyalaştırılması’ diye iki kavram kullanıyor. Bu iki kavram aslında kelime düzeyinde bile çok büyük anlamlar taşımaktadır. Bunu ‘makine müdahalesi’ olarak gören Jameson kültürün; teknikleştiğini (Walter Benjamin’in üzerinde fazlasıyla durduğu konu) ve kapitalist organizmanın geometrik artışıyla kültürün maddeleştiğini, yüzen bir kavramdan çok; makinelerin içerisinde yaratılan ve teknik olanaklarla oluşturulan medya ögeleri olduğunu ifade ettiğini düşünüyorum.
    ‘Medya ağırlıklı kavramsallığın terimleri’ burada kelime analizi yapmak durumundayız. Bu kavram bize medyada kavramsallaşma ve buna yönelik terim oluşumunu gösteriyor. Ancak Jameson ‘Kavramsallaştırmalar, yönlendirme sonucu tümüyle dilbilimsel bir netlik kazandıkları an, yazılı metin ayrıcalıklı ve örnek oluşturucu konumunu yitirir.’ Diyor. Medya ögesi dil bilimsel olarak bir sentaksa göre indirgendiğinde kaybolabileceği bir anlamdan bahsediyor Jameson burada.

   ‘Film ve yazın artık kültürel baskınlık konusunda yerini kaybetmiştir’, diyor Jameson. Ayrıca kültürel hegemonya için en uygun aday olarak ‘Video Sanat’ı gördüğünden bahsediyor. Video Sanat’ın yeni ve deneyselciliğinin yanında film ve yazının yerini kolayca alabileceğini varsayıyor. Hemen arkasında bir dil örneği veriyor. Almanca ve Yiddish dillerinin birbirine doyurucu bir biçimde çevrilemeyecek ölçüde birbirine yakın olduklarını söylüyor. Nasıl dil-bilimde sentaks oluşturulurken belirli bir kodlama ve dizilim mantığı varsa, video-film ikilisinde de böyle bir işleyişten bahsedebiliriz. Bu tamamen, aynı tasarım kuralları kullanılarak oluşturulan tasarımların birbirinden ne kadar farklı olduklarını gösterir gibidir.

123. Sayfada Jameson’ın artık gerçekten konuya girdiğini düşünüyorum. Televizyon kuşağındaki ‘ara’ adı altındaki izinlerin, tiyatro ya da opera gibi sahne sanatlarındaki final ve aralarda perdenin yavaşça açılması ya da ışıkların kararması gibi bir bilinci dışarı bırakma durumuyla alakası olmadığını aksine insanları ekran karşısında uzak kalmamaları için tanınan bir süre olduğunu belirtiyor. Burada asıl yapılanın insanları televizyona kilitlemek değil de kapitalist sistemde insan beyni yıkama yöntemi olduğunu düşünüyorum. Çünkü en basitinden reklamlar bile tanınmış izinden çok; insanların açlıklarını (asıl bahsettiğim elbette ki mide açlığı değil, modern zamanın tatminsiz açlığı) körüklemektir. Zira faşizmdeki 3F doktrini de bunu destekler niteliktedir. (Film – futbol – festival)

     Burada bir süreklilik durumu var. Televizyonu ne zaman açarsanız açın her zaman bir şeyler bulunabilir. Belki de asıl sıkıntı budur ve Video Sanat bu sıkıntıyı gidermek için ortaya çıkmıştır. Peki, sinema filmleri bunun neresinde?
    Deneysel video bizlerin medya ile ilgili olanakları ve gizil güçleri gözlemleyebilmemize olanak tanır. Bunu da yarattığı göstergeler üzerinden yapar. Jameson bu konuda: İdeolojik gösterenler, özünde yoğun biçimde kültürel ve ideolojik olan ilk metinlerin içerisine yerleştirilmiştir, diyor. Kültürel yan anlamları da bünyesinde barındırır ve bu yan anlamlar, çeşitli mesajların birlikte var olduğu çok anlamlı bir süreçtir. Bu Videotext sürecinin sonucunun, birçok imgelemi özünde barındıran, logo ve anlatısal göstergelerle ilintili olduğunu düşünüyorum. İleride bu konuya tekrar değinilecektir.
    Buradan sonra hemen bir sınıfsal kaygıya değiniyor Jameson. Örneğinde Beethoven’dan pop müziğe geçişin sınıfsal bir mesaj verdiğini düşünüyor. Verilen mesaj hiç şüphesiz sanat eserinin niteliği ve değeri değil, oluşturulan olgunun insanlarda yarattığı sosyolojik kaygıların, sınıf ayrımı bağlamında, kapitalist sistemin yarattığı medyalardır. Buna Jameson’ın yaptığı gibi popüler kültür de diyebiliriz.
Jameson ‘logo’ kavramına da değiniyor: ‘Logo, bir reklam imgesi ile marka adının sentezi gibi bir şeydir.’ İlerde de belirttiği üzere logo, algılatılmak istenen tüm içerikleri barındıran bir göstergedir. Aynı zamanda anlatısal göstergeler ve logoların farklarından yola çıkarak bu iki kavramın kesişim kümesini sorguluyor Jameson. Zihnimizin algı mekanizmasının kompleks yapısını düşünürsek bu iki kavram, bilincimize çağırdığımız imgelerle düşünme şeklimizi belirleyerek bize bir olgu sunar. Jameson’a katıldığım noktaya gelirsek; modern çağın insanının düşünme şekli; en basit, en az kompleks yerden başlayarak olayları –imgeleri- çözümlemeye yöneliktir. Ancak burada bariz bir hata vardır. Medyaların içeriği ne olursa olsun kompleks yapısını düşünürsek, logo – anlatısal göstergeler kesişim kümesinin ve hatta medyaların bilincimizde yarattığı kendi göstergesinin çözümlenebilmesi için diyalektik düşünceye başvurularak, en karmaşık formdan çözülmeye başlanmalıdır.
    Bu aslında modern insanın yaşadığı sorunlardan biri olarak sayılabilir. Popüler kültürün yarattığı baskı ve TV örneğindeki gibi her şeyin TV karşısındaki insana hazır sunulması; insanı kompleks konulardan uzaklaştırarak, daha basit düşünmeye ve hatta düşünmemeye itmek, kapitalist sistemin istediğini elde etmesini sağlamaktır. Jameson’ın yazısının geneline baktığımızda; modern dünyanın getirdiği sonuçlara karşı bir yergi seziyoruz. Aslında yergisinin hitap ettiği modernizm ya da post modernizm değil, buna ve o olumsuz sonuçlara sebep olan kapitalist sistem ve o sistemin yarattığı sınıf farklılıklarının belirginleşmesi durumu olduğunu düşünüyorum. Bu konuyu Video Sanat ile bağdaştırırsak, video’ların – elbette ki hepsi için diyemeyiz- içeriğindeki parçalı bütünsellik, zihni diyalektik düşünceye iter. TV’den ayrıştığı nokta da budur. Aynı zamanda Jameson’ın da belirttiği gibi videoların ‘her an yer değiştirecek şekilde sürekli olarak birbirine dönüşümü ve bunun sonucu olarak da hiçbir zaman tek başına bir yorumlayıcı olmadığını’ belirtmemiz gerekir. Bu iki açıdan incelenebilir: videolardaki kompleks düşünme yapısının nedeni ve videoların gösterge-bilimdeki rolü ( yorumlayıcı mı yorumda bulunulan mı?)
    Metnin sonuna yaklaşırken Jameson, Kennedy suikasti üzerinden şöyle bir cümle kuruyor: ‘Tüm video sanatının, hatta tüm postmodernizmin en derin öznesi, yeniden üretim teknolojisinin ta kendisidir’. Bu aslında metnin en başında bahsedilen konuyla bire bir aynıdır. Walter Benjamin’in ‘Tekniğin yeniden üretilebilir olduğu çağda sanat yapıtı’ metninde olduğu gibi, makineleşme ve endüstriyel imkânlar arttıkça ortaya çıkan yeni tarzlar ve formlar, kendi göstergesini oluşturarak, makine elinden yapay bir biçimde doğum yapmıştır. Belki de bu doğum yapay olduğu için, insanlar postmodern çağda bu kadar mutsuz ve açlık içerisinde, TV’lerini kapatmadan başında saatler geçiriyorlardır.



Yorumlar

Popüler Yayınlar